1980 yılının bir Eylül sabahı, siyah-beyaz televizyonlarımızda Türkiye Cumhuriyeti yönetimine Ordunun el koyduğunu merak ve endişeyle izlemiştik. Sokağa çıkma yasağı getirilmişti. Ortaokula gidiyordum. İhtilal nedir? Yönetime ordu el koyunca ne olur? Bunlardan bihaberdim. Sonra aile büyüklerimin, yanımda çeşitli yorumlar yaptığına tanık oldum. Herkesin kafasında bir soru işareti vardı: Şimdi ne olacak?
İlerleyen yıllarda, bu ihtilalin ilk olmadığını öğrendim. Demokrasi ilk kez askıya alınmamıştı. Ordunun her müdahalesi ile birileri sevinmiş, birileri üzülmüş, gazete ve dergilerden takip ettiğim kadarıyla, sıkıyönetim mahkemeleri, tutuklamalar, sürgünler, hatta işkenceler yaşanmıştı. Tüm bunlara bir anlam veremiyor, ihtilalin sonucu olarak aile ekonomimizin biraz daha sarsılması ve ciddi bir geçim sıkıntısı ile uğraştığımızdan, "acaba bayramda yeni bir ayakkabım olur mu?" diye düşünüyordum.
Ülkemizin yaşadığı bu süreç, çok yazıldı, tartışıldı, "asmayalım da besleyelim mi?" sözü, özdeyiş literatürüne altın harflerle yazıldı. Ben, bu olayın siyasi etiğini tartışacak, çözümlemesini yapacak değilim. Beni ilgilendiren, başlıktan da anlaşılacağı gibi, "12 Eylül süreci Türk sinemasını nasıl etkiledi?", "Hatta etkiledi mi?" sorularıdır. Buna ilişkin, biraz da araştırmaya dayalı bazı yorumlar yapacağım.
Öncelikle şu tespitte bulunmak yararlı olur sanırım : 12 Eylül ihtilalinin oluşma sürecini, ihtilali ve sonuçlarını birebir işleyen 1990 ve 2000'li yıllarda çekilen birkaç belgesel dışında, Türk sinemasında, bu olayı ele alan bir sinema filmi çekilmemiştir. Çekilen belgeseller de devletin deşifre etmeye razı olduğu bazı arşivlerden ve o dönemi yaşayan birkaç insanla yapılan söyleşilerden ve araştırmalardan ibarettir.
Ulus olarak tarihi geçmişimize, müthiş sahip çıkarız. Yaşadığımız dönemler, acı da verse, kısa sürede tabuya dönüşür ve bir dokunulmazlık kalkanına bürünür. İnsanların bu tabuları ele alıp, ucundan kıyısından işlemeye ödleri kopar. Yaptıkları birkaç deneme ise son derece bireyseldir, toplumun nabzını tutmaktan uzaktır, kısırdır. Bu haliyle, yine de birilerini kızdırır ve "yasak" damgası yerler. Yasaklı hallerinin ise onlara bir referans sağladığını düşünür, akıntıya kapılır, ısrarla kürek çekmeye çalışırlar. Yaptıkları sanat, adları sanatçı olur, belli bir prestij sağladıktan sonra, jüri üyesi, sinema eleştirmeni, yazar olurlar. Ama ne yazık ki, çektikleri filmleri kimse hatırlamaz.
Acımasız olduğumun farkındayım. Belki bu eleştirdiğim isimlerin yaşadıkları dönemin koşulları böyleydi, ellerinden bir şey gelmiyordu, paraları yoktu, izinleri yoktu, baskı altındaydılar vs. vs. Kesin olan bir şey var ki; 19. yüzyılın başlarında film makinesini icat eden Fransız Lumiere kardeşlerin icadından, sadece birkaç yıl sonra, dünyadaki çoğu gelişmiş ülkeden önce, Türkiye'de ilk film denemesi olan Fuat Uzkınay'ın çektiği "Ayestefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı"na ilişkin belgesel nitelikteki çalışma, döneminin ilk ve önemli çalışması olmasına rağmen, Türk Sinemasının bu temel üzerine asla ilerlemeye yönelik bir çabası olmaması ve yıllar geçtikçe geri kalan bir sinemaya dönüşmesi düşündürücüdür. Bunun sorumlusu devletin politik düzenlemeleri olduğu kadar, sinema yapanların, çevreye at gözlüğü ile bakmaları, uslanmaz kibirleri ve sanatın, biraz da toplum için olması gerektiğini unutmalarıdır.
Ne acıdır ki, Türk Sinemasında 12 Eylül'ün etkisini yazmaya karar verdiğimde, araştırdığım kaynaklardan bir düzine bile örnek bulamadım. Hala güncelliğini yitirmediği için, öncelikle Çağan Irmak'ın yönettiği Babam ve Oğlum adlı filmi örnek vermek istiyorum. Film 12 Eylül günü, ordunun yönetime el koyduğu ve sokağa çıkma yasağı ilan edildiği sabah başlıyor ve karısını doğum için hastaneye yetiştirmeye çalışan adam, sokaklarda tek bir canlıya, arabaya rastlamadığı için, karısı parkta kendi başına doğum yapıyor ve kan kaybından ölüyordu. Daha sonra ise adamımız, siyasi görüşü yüzünden gözaltına alınıyor ve işkenceler görüyordu. İşkencelerin etkisi ile onulmaz bir hastalığın kucağına düşüyor ve oğlunu kendi başına yetiştiremeyeceğini anlayınca, onu baba evine götürüyordu. Filmin gerisi, yaşama ilişkin tercihini yaparken baba sözü dinlemeyen oğul ile, onu kendi kurduğu hayata tutsak etmeye çalışan despot babanın geçmişle hesaplaşmaları üzerine kurulu. İzleyiciler, yer yer komik, yer yer düşündürücü ve çoğunlukla duygusal, hatta acıklı olan filmden çıktığında kağıt mendil üreticileri bayram etmişlerdi. Yalnız filmin abartıya, sömürüye kaçmayan, doğal ve içten anlatımı en katı insanları bile yumuşatmıştı. Bence, başlığımıza konu olan en başarılı film olarak anılmayı hak ediyordu. Görüldüğü gibi, filmin başında 12 Eylül olmuş,bitmiş, neden ve sonuçları filmde tartışılmamıştı. Ama yine de dönemin bir aile üzerindeki yıkımı ustaca veriliyordu. Bu nedenle övgüyü hak ediyordu.
İkinci örnek, Şerif Gören'in Sen Türkülerini Söyle adlı filmidir. Bu filmde, 12 Eylül öncesi siyasi olaylara karışan Hayri (Kadir İnanır), 7 yıl hapis yattıktan sonra özgürlüğüne kavuştuğunda hala huzurlu değildir. Çünkü işkence gördüğü günleri asla unutamaz. Bu da onu, sonu gelmeyen bir bunalıma sürükler. Film bu bunalımı, işkenceyi doğrudan göstermeden imalarla anlatır ve Sibel Turnagöl'ün mayolu pozlarıyla Kadir Babamıza hayat dersi vermesiyle hatırlanır. (Sibel Turnagöl'ün o dönemde güzellik kraliçesi tacı elinden alınmıştı ve çok popülerdi, sanırım yönetmen bu popülariteden yararlanmak istedi)
Üçüncü örnek, Zeki Ökten'in Ses adlı filmidir. Film yine 12 Eylül döneminde 6 yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkan ve gördüğü işkencelerin etkisiyle bir kolunu kaybeden kahramanımızın, kendisine işkence yapan adamın sesine benzettiği birini, yakalayıp, ellerini ve gözlerini bağladıktan sonra onu sorgulamasını anlatır. Adam gerçekten işkenceci midir? Filmde kuşkular netleşmez. Bu kez işkence gören aktör Tarık Akan, ettiğini bulan işkenceci ise bence Türk sinemasının en iyi oyuncusu rahmetli Kamran Usluer.
Bir başka örnek, Ümit Elçi'nin Çetin Altan'ın bir romanından uyarladığı Bir Avuç Gökyüzü. Başrollerini Aytaç Arman, Zuhal Olcay ve Şahika Tekand'ın paylaştığı filmde, adından da anlaşılacağı gibi,yine insanda klostrofobi yaratacak şekilde dört duvar arasındayız. Dönem aynı. Yasaklar nedeniyle filmin işkenceleri gösteren sahnelerini kimseler görememiş.
12 Eylül darbesinin ardından tutuklanan iki kadına yapılan işkenceleri konu alan Kara Sevdalı Bulut ise Mumammer Özer'in yönetmenliğinde çekilen ve gösterime girmeden polis baskısı ile el konulan bir film olma özelliği taşıyor. Oysa rivayete göre filmde işkence sahneleri yokmuş. Yalnızca kurbanları muayene eden doktor "işkence görmüş" diyormuş, bu yüzden yasaklanmış.
Memduh Ün'ün Bütün Kapılar Kapalıydı adlı filminde Aslı Altan'da diğerleri ile aynı kaderi paylaşmış. Ama yaşadıklarından ders almamış olacak ki,şimdi Boğaz'ın en gözde gece kulübü "Saphran"ı işletiyor...
Babam ve Oğlumdan önce beni en çok etkileyen, ağlatan bir film de, Tunç Başaran'ın filmi "Uçurtmayı Vurmasınlar" idi. Film tamamen hapishanede geçiyor, direk 12 Eylül'e vurgu yapılmasa da, dönemin yasaklarını, kadınlar koğuşundaki siyasi mahkumların gözünden anlatıyor ve unutulmayacak bir sevgi filmi olarak Nur Sürer, Füsun Demirel ve küçük oyuncu Ozan Bilen gibi oyuncularla hafızalardaki yerini alıyordu.
Çekileceği zaman Zara'da oynayacakmış diye fırtınalar koparan Atıf Yılmaz'ın Eylül Fırtınası yönetmene yakışmayan zayıf, hedefi belirsiz, karamsar, iç karartıcı bir filmdi. Zara'nın oyuncu olamayacağını göstermesi, dede rolünde Tarık Akan'ı izlememiz dışında dişe dokunur bir özelliği yoktu.
Dokuzuncu örneğimiz Zülfü Livaneli'nin Yurt dışında ödüle doymayan, ancak Türk seyircilerin çok da anlamadığı,bence köşetaşı sayılabilecek naiflikte filmi Sis. Rutkay Aziz, Uğur Polat, Aslı Altan ve kaderin cilvesine bakın, sinemadaki bana göre en iyi oyunculuğunu gördüğümüz Sevtap Parman filmin oyuncuları. Film ise, hakimlik işinden istifa etmiş olan bir avukatın, siyasal nedenlerle öldürülen oğlunun katili olarak diğer oğlunun suçlanması üzerine yaşanan süreci anlatmaktadır.
Bu arada 12 Eylül temalı bir film daha izleme şansı bulduk. Ömer Uğur'un Mehmet Ali Alabora, Sibel Kekilli, Altan Erkekli, Savaş Dinçel, Perihan Savaş gibi bir çok önemli oyuncunun rol aldığı "Eve Dönüş" adlı filmi.
Bir söyleşide yönetmen Ömer Uğur diyor ki: "Türkiye'de 12 Eylül, 12 Mart gibi dönemlere bakılırken daha çok kahramanca hikâyeler anlatılıyor. 12 Eylül'ün kıyısından geçiliyor. Yani 12 Eylül biraz fon olarak kullanıldı filmlerde. Ben daha çok bu tür dönemlerde sıradan insanlar ne yaşadı onun peşindeyim. 12 Eylül sadece solcunun ya da sağcının üzerinden geçen bir şey değil, tüm ülkenin üzerinden geçti. Herkesin bir 12 Eylül acısı var bu ülkede. 12 Eylül meselesine ben acımı, sızımı bir kenara koyup objektif bir gözle bakmaya çalışıyorum. Bu bir resimleme filmi. Biz sıradan bir işçi ile karısının hayatlarının peşine takılıp, 1980 ağustos sonu ile ekim sonu arasında yaşadıklarını resmediyoruz. 12 Eylül'ü yargılamıyoruz, gösteriyoruz. Yargılamayı seyirciye bırakıyoruz. Türkiye'nin, bu dönemlerle sıkı bir biçimde yüzleşmesi, hesaplaşması gerektiğine inanıyorum. Bunun için onlarca film çekilebilir." 12 Eylül'ün üzerinden 26 yıl geçmiş. Ve yönetmen diyor ki "dönemi anlatan onlarca film çekilebilir". İyi ,kolay gelsin.
Ben tezime döneyim: 12 Eylül baz alınarak, ülkemizin çeşitli dönemlerini yansıtan, malzememiz bu kadar bolken, sinema yapmaya korkan, kendini geliştirmeyen ve yeni yeni kabuğunu kırmaya başlamış sinemacılar sayesinde, birkaç olumlu örnek dışında Türk Sineması ruh çözümlemelerine takılmış durumda. Bakıyorsunuz ABD temcit pilavı gibi 2.Dünya Savaşı, Vietnam Çıkarması vs. filmleri yapıp duruyor. Biz, bir dönemin üzerinden çeyrek asır geçmiş, anlatmaktan aciziz.
Coppola'nın "Kıyamet", Mikhalkov'un "Yağmurdan Önce" , Tarkovski'nin "Ayna", Zinnemann'ın "Her Devrin Adamı", Angelapolus'un "Sonsuzluk ve Bir Gün" tadında Türk "dönem" filmleri izlemek dileğiyle..
''Alıntıdır''